Sivil Toplum - Medya ve Siyaset İlişkileri

01.08.2015 20:31

Sivil Toplum - Medya ve Siyaset İlişkileri

Gönüllü olarak ortak bir amaçla bir araya gelen bireylerden oluşan, toplum yararına çalışan, bu yönde kamuoyu oluşturan örgütlenmelere, Sivil Toplum Kuruluşu ya da kısaca “STK”; kitle iletişim kanallarına da genel olarak “medya” denmektedir. Bu iki yapı, demokrasiye inanmış toplumlarda hem devletin karar ve eylemlerinin denetlenmesinde hem de sorumluluk ve katılımcılık bilincinin artırılmasında önemli görevler üstlenirler.

STK larla yazılı ve görsel basının hem iktidarlar hem de halk üzerindeki etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Bu unsurların birlikte hareket etmeleri ve aynı paralelde görüş beyan etmeleri son derece etkili bir baskı unsuru oluşturur. Yasama-Yürütme-Yargıdan sonra 4. kuvvet olarak adlandırılan Medya, Sivil toplum Kuruluşlarını yanına, birilerini de arkasına aldığında ciddi ve bazen de –maalesef- korkunç bir güç haline gelebilmektedir. Nitekim yakın tarihimizde yaşadığımız -şimdilerde en sade bir vatandaşın dahi kolaylıkla çözümleyebildiği- 28 Şubat sürecinde bu durum alenen ortaya konmuştur.

Ülkelerin iç düzenlerinde toplumla devlet arasına giren örgütlenmelerden beklenen, devlet egemenliğine paralel yeni bir egemenlik kurulmasıdır. Paralel egemenlik demek, o ülkede yeni bir güç odağı oluşturarak, yeni ve etkili bir ortak yaratmak, erki büyük ölçüde anayasal sorumluluk taşımayanlara devretmek anlamını taşır. Vatandaşlar da bu ikilemde yıpranıp büyük bir tenakuz yaşar. Kaos düzeninin filiz bulacağı ortam artık hazırdır. Yeni egemenlik, nüfuz alanı ile devletin egemenlik alanına galebe çalmaya başlar. Özgürlük gibi kutsal betimlemelerin arkasına sığınan emperyal güçler ulusalcılık gibi kavramların da naif sıfat kazanmalarına yol açar. Milli bir kompleks toplumun tüm bireylerini etkisi altına alır.

Paralel yönetimin oluşturulma süreci, ülkeden ülkeye uygulamada küçük değişiklikler gösterse de, ana program değişmiyor. İçine sızılan devlet bürokrasisinin de yardımıyla, yaygın bir “medyatik” ve “entelektüel” yedek güç operasyonuyla, Amerikalıların “manufacturing public perception” dedikleri “kamuoyunun algılama silsilesini üretme” sürecinde, aşamalar bir bir geçilerek ülke insanları, aslında kendilerine benimsetilmiş olan düşünce ya da eylemleri, bizzat kendilerine aitmişçesine algılayıp uygulamaya geçiyorlar. Beyin temizleme, beyne yeni algılama düzeneği yerleştirme, örgütleme, kimlik oluşturma ve eyleme geçirme süreci birbirini takip eden adımlarla gerçekleştirilir:

* Kamuoyu oluşturuculara (bizdeki adlandırmayla) aydınlara, yazarlara, bilim adamlarına yönelik içerde ve dışarıda masrafları karşılayarak, konferanslar, toplantılar düzenlemek.

* Katılımcılarla doğrudan ilişki içinde, ilgili ülke hakkında bilgi almak ve “düşünce” ve “örgütlenme” özgürlüğü başlığı altında yeniden yapılanma düşüncesini kabul ettirmek.

* Alt örgütler yoksa hemen Helsinki Nihai Senedi kapsamında Helsinki Yurttaşlar ve Ortak Zemin Merkezleri örgütlemek ve koşullar olgunlaştıkça, uzaktan yönlendirilebilecek bir ilişkiler ağı altında insan hakları dernekleri ve benzer örgütlenmeler kurmak.

* Yeni propaganda aygıtlarını (radyo, gazete, dergi, televizyon, video yayını) devreye sokmak.

* Bilimsel olmayan, magazin içerikli, insan hakları ilkeleri üstüne sürdürülen yayınları yoğunlaştırmak. İnsan hakları ihlallerinin yaratılmasıyla süreci hızlandırmak.

* Casuslar yerine yayın muhabirleriyle yerinden bilgi elde edinmek için yaygın bir yayıncı eğitim programını gerçekleştirmek.

* Bilimsel ve toplumsal konferansları artırmak.

* Yerel vakıf ve “think tank” derneklerinin kurulması,( Genel manada yapılan bu değerlendirmelerden tamamen milli hassasiyet içinde kurulan, faaliyet gösteren yapıları asla kastetmiyoruz; ancak temkinli olmak adına ülkemizin geleceği için hassas olmamız gerektiğinin altı kalın çizgilerle çizmeliyiz.)

* Yeni işadamları dernekleri, sendikalar kurmak, var olanların içine bilim danışmanlarıyla sızmak.

* Siyasi partilere eğitim programlarıyla, particilik dersleriyle yaklaşmak ve kadroları yönlendirmek.

* Gençliği özellikle “düşünce özgürlüğü” ve “siyasi katılımcılık” propagandasıyla örgütlemek.

* Gizli ve yarı gizli istihbarat çalışmalarını azaltmak, buna karşılık medya muhabir ağıyla açık ve yaygın

istihbarat toplamak.

* Olanaklıysa Amerikan televizyonlarının yerli şubelerinden yayınlar yapmak; eksik-yanlış bilgilendirmelerle kitleleri yönlendirmek.

* Yerel medya ile eğitim-konferans-gezi düzenleyerek kalıcı bağlar oluşturmak

* Etnik ayrılıkları güçlendirmek üzere kültür anımsatma programları başlatarak yerel toplantılardan uluslararası toplantılara adam taşımak. Ulusal-bölgesel tarihin bütünleştirici özelliklerini anımsatarak, yerel tarih, yerel kültür araştırması adı altında en eskiye özlem yaratmak.

* Kitlelerin akıl denetimlerini ele geçirmek üzere yoğun propaganda ve yanlış bilgilendirmeyle tarihsel devlet kurumlarını ve etnik sürtüşmeleri önleyen geleneksel kurumları yıpratmak, toplumsal kimliği karıştırmak için tarihsel ve toplumsal gelişim gerçeklerini bozarak yeni kimlikli topluluklar oluşturmak. Mevcut dindarlar arasında çeşitli polemikler oluşturmak, çatışmalar yaratmak.

* Yolsuzluk olayları ile topluma aşağılık duygusu yerleştirip çaresizlik boyutunu yükseltmek.

* Para piyasalarını ve iktisadi ortamı uluslararası spekülatörlerle denetim altına almak.

* Kritik dönemlerde iktisadi bunalıma düşürülen sanayici ve üreticilerin konferans ve sempozyumlarla merkezi yönetime güvensizliklerini artırmak.

* Orduyu günlük siyasi konuların içine çekmek ve halkın hassas olduğu konularda taraf kılmak.

* Merkezi direniş durumunda kitle gösterileri düzenlenmek. Etnik ya da mezhepsel kışkırtma ve çatışmaları körüklemek.

* “Çok kültürlülük” propagandasıyla ortak kültürü batının değerlerine açık etmek ve kültürel kaynaşmayı yıkmak.

* Küllenmiş tarihsel acıları, çatışmaları temcit pilavı misali halkın gündeminde taze tutmak, halkın milli benliğini yabancı kültür ve düzenine özenme eğilimlerini kışkırtmak.

* Siyasi iktidarları değiştirmek…

Medya ve “Sivil Görünen Kurumlar (SGK)” tarafından daha önce zaman zaman yapılan ve hafızalarımızdaki tazeliğini henüz yitirmemiş bunca eylem esasında dahili bedhahlık değil midir. Bu iki büyük güç ancak yukarıda zikredilen menfilikleri yapmayarak ve gerçek sorumluluklarına dönerek beklenen ve arzulanan biçimlerine dönüşebilir.

STK ve Medya siyasilerin eksik kaldığı ya da yerine getirmediği ödevlerin takipçisi ve denetleyicisi görevini asla kötüye kullanmamalı ve kendisine çıkar sağlama çabası içinde olmamalıdır. Yönetenlerin her duruma yetişmesi olanaklı olmayabilir tam da bu noktada toplumdaki diğer kuruluşların tamamlayıcı unsur olarak devreye girmesi elzemdir. İnsana değer veren çalışmalar bu kurumların başlıca vecibeleridir.

Sivil Toplum Kuruluşları ve Medya insan merkezli kurumlar olmalı ve önce bireylerin gelişimi için projeler üretmeli, programlar yaparak hükümetlerin önünü açmalı ve elini kolaylaştırmalıdır.

Başta hükümetler olmak üzere STK larla bürokrasinin de yardımıyla, yaygın bir “medyatik” ve “entelektüel” yedek güçle “kamuoyunun algılama silsilesini üretme” süreci oluşturmalı, yanlış düşüncelerden ve çatışma kültüründen uzaklaşılmalıdır. Aşamalar bir bir geçilerek ülke insanlarının yıllarca kendilerine benimsetilmiş olan düşünce ya da eylemlerin nedenlerini sorgulamaları sağlanmalıdır. Birlik beraberlik hamuruyla ve manevi değerlerle yoğrulan yeni nesillere evrensel normlarda yeni kahramanlar kazandırılmalıdır.

Başarılı bir mimar, öğretmen, hekim, tekstilci olunabilir. Ancak unutulmamalıdır ki bu özellik, 'iyi insan' olmaya yeter bir özellik değildir. Mesleki başarı 'ideal insan'ı tek başına oluşturamaz; çünkü insanı asıl şekillendirmesi gereken laboratuvara sokulamaz özellikleridir.

Yalan söylemek, hilekârlık, uyuşukluk, gıybet, dedikodu, iftira gibi 'kötülük' ifadelerinin sonucunu - etkilerini fen, hukuk, ya da diğer modern ilimler somutlayamaz.

Şahsi hayat ile sosyal hayatın prensipleri uzlaştığında bir yandan kişisel başarı diğer yandan gelişmiş toplum modeli ortaya çıkar. Bireyin ise kontrol mekanizmalarından öteye emniyete ihtiyacı vardır.

Emniyet, yani güven ve adalet duygularının tesis edildiği ortam, gelecek için duyulabilecek kaygıları da ortadan kaldıracaktır.

Sosyal hayatın bir büyük kurguda ve organizasyonda kavranması gerekmektedir. Bir zamanlar birlikte çalıştığımız, sıkıntılara birlikte göğüs gerdiğimiz ölüp gidenlerimiz de dâhil olmak üzere tüm insanlık âleminin birer mensubu olduğumuzu 'aidiyet' duygusuyla algılamak zorundayız. İdeal insanın 'insanlara faydalı olan' olduğunu ve 'güzel ahlak' ile bezenmiş, 'elinden, belinden, dilinden' zarar umulmayan insan olduğunun da tespitinde bulunmalıyız.

Doğa, toplum, zaman, iç benlik duvarlarıyla sıkıştırılmış insanın 'bir yeryüzü cenneti arayıcısı' olduğunu unutmayalım. Bilmeliyiz ki 'Adem' ne ise 'biz' oyuz. Ancak kriterlerimiz farklıdır. Dedem, babam, ben ve oğlum sürecini aynı işlevde yaşayan insan yarının toplumunu hazırlamak için bugünün gerçeğinde uzlaşma sağlaması gerekmektedir.

Torunlarının hesabını yapan anlayışın ise evladını yetiştirmede organize olması gerekiyor. Kendi az gelişmişliğiyle ruh dünyası kararmış insanların tüm insanlık için bir yük olduğunun da farkında olmamız gerekir.

Gelecek, bir ideal için bütün tehlikeleri göğüslemeleri gerekenlerin fedakârlıklarında saklıdır. Hiçbir şey yapmadan sürekli eğlence ve tüketim kıskacında ömür tüketen 'yığınlar'a söylenecek sözümüz yok. Bilgelik emekli maaşlarına mahkûm bırakılan hayatların eleştirilerinde saklı değildir.

Tembelliklerimizi ve iştahlarımızın tatminlerini iptal zamanındayız.

 

                                                                                                                                            Ömer BUDAK

                                                                                                                                   Genel Başkan Yardımcısı